Selamla başlayalım haftaya. Hayır ve dua ile. Herkese mutlu, başarılı ve dolu dolu bir hafta diliyorum.
Her ne kadar haftayı güzelleyerek başlasak da yazımıza, bazen tarifsiz durumlar yaşar ya insan; ben de bugün öyle bir atmosferi teneffüs ediyorum. Havanın kasvetinden midir, ruhun yorgunluğundan mıdır veya gördüğümüz rüyaların hayra yorduğumuz yanlarından mıdır? Tam emin değilim ama yine de rüyaların etkisinin insanın üzerinde gün boyu sürdüğüne inanan ve bunu sıkça yaşayanlardanımdır. Bütün bu ifadelerimden sakın rüya yorumu yapacağım anlamını çıkarmayın sevgili dostlar. Sadece sesli düşünüyorum. O kadar!
Sabah vaktinden, kelimelerden uçurtmalar yapmaya çalıştığım şu ana kadar çocukluğumdan bugüne kadar ki hayat serüvenim (aslında toplum olarak serüvenimiz) filim şeridi gibi birkaç kez geçti gözlerimin önünden. İnsan bu durumu genellikle son nefesini vereceği anlarda yaşarmış. Lakin bendeniz sürekli yaşıyorum bu hali (Rabbime şükürler olsun) ve hem de hala nefes alarak.
Çocukluğumdan bugüne kadar ki hayat serüveni diyince ilkokul zamanlarım geldi aklıma. Tabi ilkokul diyince de aklıma ilk gelen ilkokul öğretmenim Ülker KARABULUT hanımefendidir. Öğretmen derken öyle atlayıp geçmeyin lütfen. Ülker öğretmen diyince birkaç tanımlama hemen isminin yanında belirir zihinlerimizde: Şefkat, merhamet, ana bakışı, anne yarısı vs. Ülker öğretmen benim için “ana” gibiydi. Onu gördüğümde içime bir huzur dolardı, ondan ayrıldığımda üzülürdüm. Bu durum sanırım sadece benim için geçerli olan bir gerçeklikte değildi. Bütün sınıf için Ülker hocam aynı manayı ifade ederdi herhalde.
Bir de ben “yetim olunca herhalde daha fazla ilgi gösterir ve severdi beni. Ya da öyle hatırlıyorum. Ama kesin olarak hatırladığım bir husus var ki o da öğretmenimin yüzünde her daim parlayan o kendine has gülümsemesi. Onun gülümsemesi öylesine bir gülümseme değildi. Merhamet dolu, sevgiyle parlayan bir gülümsemeydi. İlkokul bitirip son karnemizi aldığımız gün hüngür hüngür ağlayarak eve gelişimi hiç unutmam. Evdekiler başıma bir iş mi geldi diye endişe etmişti. Oysa ben sadece öğretmenimi bir daha göremeyeceğim için ağlamıştım.
Milenyum çağında hala böyle öğretmen ve öğrenci ilişkisi var mıdır, bilemiyorum? Ama 21. yüzyılda hayatın ritmi çok daha hızlı atmaya başladı. Ömür dediğimiz zaman sarkacı, çok daha hızlı hareket etmeye başladı. Bu hareketlilik içinde sanki insan ilişkileri de biraz dumura (hasara) uğradı gibi. Biz hala ilkokul öğretmenimizi, en azından hafızalarımızda sürekli sevgiyle ve hürmetle yad ederken, Gezi Kuşağı Çocukları büyüklerini çok hızlı bir şekilde unutmaya ve terk etmeye yatkın ve eğilimli bir karakter geliştirebiliyorlar. Popüler kültürün etkisi altında kendilerine yabancı bir kimlik geliştirirken, yabancısı oldukları bu kimliğin yalnızlaştırıcı ve uzaklaştırıcı öğretisini, farkında olmadan içselleştirebilmektedir. Bir ağacın yer değiştirilmesine (yok edilmesine değil) gösterdikleri tepkininin çok az bir kısmını dahi kendini yeniden kurmak için gösterememektedir ya da belki biz 80 kuşağı çocukları öyle hissetmekteyiz. Sonsuz ve ilahi olanla, geçici ve seküler olan arasındaki farkı algılamakta zorlanmaktadır. Zihinler dünyevileştikçe, duygular köreliyor. Ve sonra, daha önce anlamakta zorlandığınız “25 yaşındaki genç anne ve babasını bıçaklayarak öldürdü” gibi haberlerin gerçeğini (sebeplerini) daha kolay anlayabiliyorsunuz. Ama umuyorum o kadar kolay hazmedemiyoruzdur.
Yeni kuşaklar hızla kendinden uzaklaşıyor. Kendinden derken kendine özgü değer ve ilkelerden. Mesela, henüz literatürde kullanılmakta olan ve bazı insanların ahmakça bir üslupla “eski kelimeler” diye nitelediği kelimelerin kahir ekseriyetinin manasını bilemeyen (15-25 arası kuşağa birkaç kelimenin manasını sorduğunuzda elde edeceğiniz sonuç kocaman bir hüsran olacaktır maalesef) bir kuşakla karşı karşıyayız. Mesela, “mesela, mesele, ihtiyat, ihtimal, imkan” kelimelerini sorduğunuzda, anlamını bilemeyenlerin oranının %90’lar civarında olduğunu göreceksiniz. Ne kadar acı değil mi.
Doğu ve İslam toplumu ve hatta belki Batı ve dünya toplumları, acaba Yedinci Oğul’u mu bekliyor. Nasıl da meramımıza dil olmuştu büyük üstad merhum Sezai KARAKOÇ’un şiirsel olarak dile getirdikleri:
Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alın yazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti
Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değiştiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar ! Bilmeden Altı oğlunu yuttuğunuz Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var : Karşınızdakini değiştirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalplerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar
Güzel günler gelecek çocuk. Her şeye rağmen! Batı’nın karartan(!) yüzüne rağmen güzel günler gelecek.
Dua ile…