28 ŞUBAT MAĞDURLARI VE GEZİ KUŞAĞI ÇOCUKLARI

Vira Bismillah! Uzunca bir süreden sonra ve çok önceleri bazı dergilerde kaleme aldığım kimi karalamalarımı saymaz isek, denemelerimin ilki olacak bu yazı. Hem ilk olması ve hem de şahsi sosyal medyamda(!) yayınlanacak olması sebebiyle, yazının konusunu seçmekte oldukça zorlandım. Temas edilecek o kadar çok memleket mesele varmış ki ben dahi şaşırdım. Belediyecilik hayatımda yaşadığım tecrübeler, 28 Şubat sürecinin de içinde yer aldığı akademik hayatım ile 2003 yılından sonra başlayan ve neredeyse bugüne kadar süren bürokratlık hayatımda karşılaştığım bazen hayretengiz, bazen ironik ve bazen de tıraji-komik tecrübeler birden bire hücum etti hafızamın kıyılarına. Ve bendeniz de hafızamın kıyılarına çarpıveren bu yaşanmışlıklardan hareketle kimi hususları, (okuma lütfunda bulunursanız) siz değerli dostlarımla paylaşacağım.

Madem geçmişten ve anılardan başladık. O halde ilk yazım yeni kuşakların aşırı hümanistliği(!) üzerine olsun.

Diyeceksiniz ki hümanistliğin (yani insancıllığın) aşırısı olur mu? Sanırım oluyor. O nedenle de büyüklerimiz her şeyin aşırısından kaçının der. Bu her şeyin içerisinde insanı sevmek ve insani duygularımızı beslemek de var. Kadim geleneğimiz ve inanç örgülerimiz de “ifrat ve tefrit”ten kaçınmamızı tembih eder. Yani bir şeyin negatif ve pozitif ya da olumlu ve olumsuz yönleri itibarıyla uçlarda yer almayı yasaklar; hoş görmez. Kısaca ifade etmem gerekirse “fanatizm” yasaktır bizim inancımızda.

1980 kuşağı olan bizim nesil aslında birtakım uçlukları yaşayarak geldi bugünlere. Belki bu yüzdendir ki, Allah bizlere evlat bağışladığında, onları aşırılıklardan uzak yetiştirmeye gayret sarf ettik çoğu zaman. Özgür düşünceli yetişsinler ve akıllarını kullanmalarına engel olabilecek bütün aidiyet ve birlikteliklerden uzak tutmaya çalıştık. Lakin bunu yaparken sanki birşeyleri de eksik ve yanlış ayptık. Yaptık derken, bu durum biraz da 28 Şubat sürecinin mahkumiyet ve mecburiyetlerinden kaynaklandı. Çocuklarımıza olması gereken manada İslami atmosferi teneffüs ettiremedik. Yasaklar, yasaklar, yasaklar ve de korkular.

Çoğumuzun malumudur, o dönemde ilkokulu bitirmeyen çocukların Kuran eğitimi almaları yasaklandı. Bu yasakla birlikte bizlerde çocuklarımıza Kuran eğitimi aldıramadık. Her ne kadar eve birilerini getireyim de çocuklar Kuran öğrensin dedikse de, bu uygulamayı da çocuklarımıza kabul ettiremedik. Ve nihayetinde gün geldi, özgür düşünceli yetişsin diye uğraş verdiğimiz yeni kuşaklar, farklı bir yöne doğru evrildi. Farkına vardığımızda ise geç kaldık. Mesela neden sol ideolojik çevreye mensup birileri çocuklarını küçük yaştan itibaren, sol eylemlere özellikle katarlar. Yahu bu daha çocuk diye eleştirirdim. Neden çocuklarının bir başka görüşü benimsemelerine tahammül edemezler diye eleştirirdim. Gün geldi ve bizim çocuklarımız, belirli bir yoğunlukta “gezicilerle” birlikte olunca “eyvahhh, nasıl bir yanlış yapmışız” dedik içimizden. Ancak geç kalmıştık.

Lakin olan oldu. 28 Şubatlarda, annesinin baş örtüsü horlanan, hatta bu yüzden zaman zaman kamu hizmetlerinden yoksun bırakılan; eşi tesettürlü diye meslekten atılmaya çalışılan, dışlanan bir neslin çocukları şimdi, eskinin o jakoben kesimleriyle paralel saflarda kol kola yürüyebilmektedir.

Bendeniz doktorayı tamamlayıp üniversiteme (Cumhuriyet Üniversitesi) geri döndüğümde yardımcı doçentlik kadromu vermemişti o dönem Üniversite Yönetimi (Rektör Prof. Dr. Ferit KOÇOĞLU idi o 2000’lerin başında). Sonra bir gün bir yakınım ısrarla “sana nasıl kadro vermezler diye” yapıştı telefona ve yine o dönem Tıp Fakültesi Dekanı olan Prof. Dr. Yener GÜLTEKİN’i aradı, istemememe rağmen randevu aldı bana ertesi gün saat 11:00 için.

Ertesi günü tam zamanında hocanın makamındaydım. Konuşmaya başlamadan hocaya dedim ki “Hocam, şimdi kadro madro konuşacağız. Peşin olarak söyleyeyim: Benim eşim baş örtülü” dedim. Yener hoca, “Ahaaaa, şimdi olmadı hocam” dedi. Yahu hocam neyi olmadı, nasıl olmadı. Evdeki baş örtülü eşimin benim kariyerimle ne alakası var. Çalışkanlığımı, yayınlarımı, yabancı dil seviyemi, vs. sorgulasanız bunu anlayabilirim. Lakin evdeki eşimin benim alacağım kadroyla ne alakası var.

Hoca cevaben, “İsmailciğim, ya resepsiyon verilirse nasıl katılacaksın”. Soruya şaşırmıştım. Akademik bir kariyer sürecinden bahsederken, olayın getirilip resepsiyona eşimle nasıl katılacağım konusuna bağlanınca şaşırmadım desem yalan olur. Memleketin okumuş yazmış ve profesör olmuş insanları bunu söylerse, başkasına ne diyeceksiniz. Yani, tuz kokarsa ne yaparsınız miğrim.

Ben yine de devam ettim sohbete. Hocam dedim, yakın zamanda Alman Büyükelçisi için resepsiyon verildi Büyük Otel’de. Komşum Alman Fahri Konsolosu Turan AKÇA bizleri de davet etti. Katıldık. Gayette güzel oldu, hiçbir sıkıntı da olmadı dedim.

Yahu kardeşim, peki resepsiyon Orduevinde verilirse ne yapacaksın dedi. Yine şaşırdım. Hocam dedim, almazlarsa ben de oraya katılmam. Ne yapayım dedim. Neticede bana kadro vermediler.

Şimdi çocuklarımızın bu insanların anlayışıyla benzer anlayışlar içerisinde yol almaları tirajik bir durum olsa da maalesef gelinen durumda bunları yaşıyoruz.

Acaba diyorum çocukları her gün üç defa telkine tabi tutsak, çeşitli cemaatlerle daha güçlü bir bağ kurdursaydık böyle olur muydu? Büyük ihtimalle olmazdı. Muhtemelen keskin görüşleri ve derin cemaat aidiyetleri olan kişiler olurlardı. Lakin bizler, kendi değerlerini merkeze alan özgür düşünceli insanlar olsunlar istedik.

Yani dostlar! Ben henüz bu meseleyi çözemedim kendi zihnimde. Bir çözen varsa ben de bilmek isterim. Manevi ayağı zayıflamış, ahiret hesabı kıt güçlü bir dünyevi hayat mıdır makbul olan? Yoksa dünyevi hayatın zorluklarına rağmen, manevi dünyasında huzuru yakalamış hayatlar mıdır tercih edilmesi gereken.

Anamın tabiriyle, “Allah sonumuzu hayreyleye…”

0
Shares