BÜROKRASİ HATIRALARI-1: BELEDİYECELİK YILLARINDAN İBRETLİK BİR HATIRA

Bugün biraz “bürokrasi”den bahsedelim dilerseniz. Bürokrasiden, bürokratlardan ve Türk Kamu Yönetimi açısından taşıdığı anlam ve değerden!

Orijinal yazılışıyla “bureaucracy”, Fransızca’da yer alan “büro” (Bureau) kelimesi ile ve “krasi” (cratie) kelimesinin birleştirilmesinden müteşekkil bir kavramdır. “Büro”, masa ya da memurların çalışma odası, “krasi” de egemenlik anlamındadır. Buna göre, bürokrasi memurun egemenliği anlamına gelmektedir. Lafzi manada “bürokrasi”yi bu şekilde tanımlayabiliriz.

Max Weber ise buradan hareketle “bürokrasi”yi bir yönetim yapılanması olarak tarif eder. Hiyerarşik yani ast-üst ilişkilerin hakim olduğu; yetki ve sorumlulukların buna göre dağıtıldığı yönetim sürecidir bürokrasi. Bahse konu tanımı itibarıyla da hem yönetimle (özellikle kamu yönetimiyle) ilgili literatürde ve hem de yönetim alanında yaygın kabul görmüş olan kavram halen etkili bir şekilde kullanılmaktadır. Bu çerçevede “liyakata” dayalı görevlendirme gerçekte “bürokrasinin” temel ilkelerinden biridir. Bununla birlikte, atamaların her daim bu ilke çerçevesinde yapıldığınu söylemek de çok doğru olmaz (bütün zamanlar açısından). Siyasetin bürokrasi üzerindeki etkisi tarihin her döneminde önem arz etmiştir. Neticede başarının da başarısızlığında sahibi siyasilerdir diye düşünebiliriz. Ve bu pencereden bakıldığında, siyasetin bürokrasi üzerindeki etkisi makul ve meşru görülebilir, liyakat ve ehliyetin atama ölçütlerinin başında yer alması kaydıyla.

Bürokrasinin yaygın ve bilimsel olan bu tanımının yanı sıra, bir de kamu yönetimindeki uygulamalar ve karşı karşıya kalınan gerçeklikler neticesinde “kırtasiyecilik” anlamına gelen bir başka tarif “bürokrasi” kavramıyla alakalı literatüre girmiş bulunmaktadır. Kamu kurumlarından hizmet alma durumunda kalan halkın, evrak talep ve hareketlerinden yorulması sonucunda ortaya çıkan bir kavrama karşılık gelmektedir, bürokrasinin “kırtasiyecilik” manasındaki tanımı. Bu manasıyla da istenmeyen bir durumu ifade etmektedir.

Yönetim bilimi açısından her ne kadar tarifini burada kısaca vermiş olsam da benim değinmek istediğim husus, aslında Türkiye kamu yönetimi bürokrasisinin pratikleri hakkında olacak. Bürokrasideki kısa sayılamayacak bir zaman diliminde (26 yıl) yaşadığım tecrübeler, kimi zaman bendenizin şaşkınlığına, kimi zaman suskunluğuna, kimi zaman umutsuzluğuna sebep olsa da çoğu zaman taşıdığı eksiklik ve yetersizlikleriyle, bir işin nasıl daha hızlı ve etkili bir şekilde yapılabileceği hususunda bana ışık tutmuş ve yol gösterici olmuştur. Benim nazarımda bir bakıma fırsat olmuştur.

Mesela bendeniz 1989 yılında Sivas Belediyesi’nde çevre mühendisi olarak göreve başladığımda ve beni altyapı müdürlüğüne görevlendirdiklerinde çok sevinmiştim. Kelli felli duruşu, gün görmüş edası ve kelimeleri israf etmemek için az ve yavaş ritimde konuşan bir amire teslim etmişlerdi beni. O vakitler, Sivas’ın her sokağında bir altyapı çalışması vardı. Şehrin, hem içme suyu ve hem de atık su şebekesi tümden yenileniyordu. Bu nedenle, aslında sürekli sahada olmamızı gerektirir bir durum söz konusu idi. Lakin bizim amirler, müdürlerden birinin odasında bir araya gelir ve hala faydasını anlayamadığım sohbetler (ya da çaya eşlik eden harcı alem konuşmalar) ederlerdi çoğu zaman. Bense tıfıl, çiçeği burnunda bir mühendis olarak nadiren büroya gelirdim ve bir şekilde kendime iş çıkarırdım. Bazen de milletin başına icatlar!

Tecrübeleri bürokratlarımız yine bir gün bir araya gelmiş sohbet ederlerken, şaşkınlığımı celbeden ve hayal ve beklentilerimin hüsrana uğratan bir sohbete şahit olmuştum. Keşke olmasaydım ama oldum. Lakin bu şahitlik de beni olması gerektiğini düşündüğüm hedefimden asla geri koymadı. Ama yine de keşke olmasaydı diye de iç geçiririm hatırladıkça.

Sohbet halkasındaki bir müdür şöyle demişti: “Kardeşim, keşke biz de (x) kişi gibi çalıp çırpsaydık. Bak adam emekli de oldu ve bilmem ne yaparak malı götürmeye(!) devam ediyor.”

Allah Allah! Bu nasıl mantıktır. Bu nasıl tavırdır. İnsan nasıl olur da hırsızlık yapmadığına şaka yollu dahi olsa pişman olur. Maalesef bir zamanların, kendini vatandaşın üzerinde, uzağında ve fildişi kulelerde gören yöneticilerimizin ahvali bu idi. Elbette toptan hepsi böyleydi demek doğru olmaz. Ancak azımsanamayacak bir oranda olduğunu da en azından kendi gözlemlerimden hareketle söyleyebilirim. Tabi daha ironik olanı ise, bu insanların ağırlıklı olarak sosyal demokrat bir öğretiyi yani halkın menfaatlerini önceleyen, güç karşısında hakkı ve adaleti savunan (evrensel anlamda) bir siyasi duruşun içerisinde yer alan insanlar olmasıydı. Gerçi bizim sosyal demokratlarımız, evrensel ve Batılı manada ne kadar “sol” ve “sosyal demokrattır”; bu da ayrı bir tartışma konusudur. Tarihi tecrübeler, “bizim solun” daha çok seçkinlerin ve statükonun yanında yer aldığını göstermiştir daha çok. “Bizim solumuzu” ağırlıklı olarak (özgül ağırlığının yüksekliği bakımından) burjuva kesimi, Nişantaşı, Bağdat Caddesi, Bakırköy, Kadıköy, Çankaya vs. gibi varsıl ve yüksek sosyete (high society) kesimini temsil etmiştir nedense! Nedense diyorum çünkü anlamlı bir açıklamasını bulamadım bugüne kadar.

Tekrar konumuza dönecek olursak, ülkemizde demokrasi geliştikçe, yönetimler şeffaf ve hesap verebilir niteliklerini güçlendirdikçe, vatandaş odaklı hizmet anlayışı pekiştikçe, halkın bilgi edinme kanalları genişleyip güçlendikçe bürokratlar da artık kendilerine çekidüzen vermek mecburiyetinde kalacak ve jakoben, halka tepeden bakan yönetim tarzını terk ederek halkı daha fazla dinleyen ve önemseyen bir yaklaşımı içselleştirebilecektir.

0
Shares